Duru
New member
Taklit Kuramı: Gerçekten Kim Kimdir?
Daha dün akşam, bir arkadaşımın instagram hikayesinde yaptığı bir paylaşıma denk geldim: "Bugün o kadar çok taklit ettim ki, kendimi bile tanıyamadım!" Eh, bu tür paylaşımlar hayatın ne kadar karmaşık ve ironik olduğunu bize hatırlatıyor. Hani, bazen taklit ettiğimiz şeylerin içinde kayboluyoruz ya… İşte, tam olarak felsefede de bu konu var: Taklit kuramı. Yani, biz kimiz? Kimseyi taklit etmeden önce, gerçekten kim olduğumuzu biliyor muyuz? Felsefi açıdan baktığınızda, bu konu, o kadar derin ki, hemen bir çay demleyip kendinizi düşünmeye hazırlayın.
Şimdi, biraz ciddileşelim… Ama önce bir kahkaha atalım, çünkü felsefeyi hiç bu kadar eğlenceli ve düşündürücü bir şekilde anlatan birinin neşesine ihtiyacımız var, değil mi? Taklit, her zaman negatif bir şey olarak görülmeyebilir. Kimisi için taklit, sadece ‘günlük hayatta gerçekten kim olduğunu unutmak’ anlamına gelirken, bir diğerinin gözünde taklit, bir sanat formu, bir yaratım biçimi olabilir. Peki, bu kadar çok taklit etme durumu, insanın özünü kaybetmesine neden oluyor mu? Hadi gelin, bu soruya birlikte bakalım!
Taklit Kuramının Kökleri: Platon ve Derrida’dan Bir Yansıma
Taklit, felsefede en çok Platon ile özdeşleşmiş bir kavramdır. Platon’a göre, dünya yalnızca bir gölge ve gerçeklik, bu gölgelerden ibaret. Tıpkı bir sinema filmi gibi; ışıklar, kameralar, her şeyin orijinalinin bir kopyası gibi bir şey. Yani, taklit etmek, her zaman düşük bir varlık düzeyini temsil eder. Bize göre "gerçek" olan, aslında bir kopyadır. Yani, bir insan bir başka insanı taklit ettiğinde, sadece bir gölgeyi, bir resmi yeniden yaratır. Hadi bakalım, şu an hepimiz birer ‘gölge’ miyiz? O zaman, hepimiz birer felsefi taklit miyiz?
Fakat sonra, Derrida devreye giriyor ve bu konuda çok daha modern bir bakış açısı getiriyor. Derrida, "her şey bir taklittir" diyor. Yani, gerçeklik diye bir şey yok; her şey başka bir şeyin taklididir. Her an, başka bir düşüncenin, kültürün, geçmişin etkisi altında kalıyoruz. Bu noktada, taklit yapmak aslında bir özgürleşme biçimi olabilir. Yani, belki de taklit ettiğimiz her şey bizi özgürleştiriyordur. Kim bilir?
Bu arada, felsefe tarihindeki tüm bu derin düşünceleri kafamızda döndürürken, bir de hayatın içindeki çok daha basit gerçekliği düşünmeliyiz: Hani hepimizin çocukken en sevdiği kahramanları taklit ettiği zamanlar vardı ya… Belki de hayat boyu hep birer kahraman olma çabasında bu taklitler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, özgünlüğümüzü yaratmıştır.
Taklit ve İnsan İlişkileri: Erkekler ve Kadınlar Ne Taklit Ediyor?
Bundan sonra, gelin biraz da hayatın içindeki sosyal yapıya göz atalım. Taklit sadece bir felsefi kavram mı? Yoksa sosyal yaşamda da önemli bir yer tutuyor mu? Tabii ki… Bu, toplumsal yapılarımızın nasıl şekillendiğiyle de doğrudan ilişkili.
Diyelim ki bir grup insan toplandı, mesela Emre, Zeynep ve Ahmet. Emre, çözüm odaklı ve stratejik bir bakış açısına sahip, çok fazla plan yapar. Kafasında her şey düzenlidir. Eğer bir problem varsa, Emre’nin aklında hemen çözüm önerisi oluşur. Zeynep ise her zaman empatik yaklaşır. Herkesin duygularını anlamaya çalışır, birinin üzgün olduğunu fark ederse, hemen yardım eder, rahatlatıcı cümleler söyler. Ahmet ise bir parça bu ikisinin ortasında, her iki yaklaşımdan da etkilenerek hem pratik çözümler sunar hem de ilişkileri gözetmeye çalışır.
Emre, Zeynep’in empati dolu bakış açısını bir süre taklit etmeye başlar. Çünkü, belki de biraz daha insani ilişkiler kurmak istiyordur. Fakat Zeynep, Emre’nin çözüm odaklı yaklaşımını taklit etmeye başlar. Çünkü bazen, biraz daha stratejik olmak, işleri daha verimli hale getirebilir. Taklit etmek, başkalarının güçlü yönlerini sahiplenmenin bir yolu olabilir. Ama burada önemli olan, bu taklitlerin gerçekten bizim içsel kimliğimize zarar verip vermediği.
Zeynep’in ve Emre’nin durumunda, taklit, birbirlerinin zayıf olduğu alanlarda birbirlerini tamamlamaya çalışmak gibi bir şey. Peki ya sizce, bu taklit, aslında birbirlerine daha yakın olmalarına mı neden oluyor, yoksa sadece taklit ettikleri şeylerin kölesi mi oluyorlar?
Sonuç: Taklit, Bir Takım Oyunu mu?
Sonuçta, taklit, bazen insanları birbirine daha yakınlaştırabilir. Ancak bu taklit bazen de bizim orijinal kimliğimizi sorgulamamıza yol açar. Taklit ettiğimiz kişilere ne kadar yakınlaşsak da, sonunda kendi özgün kimliğimize dönmek zorundayız. Her ne kadar Platon, taklidi olumsuz bir şey olarak görse de, Derrida’nın söylediği gibi, belki de her şey bir taklit ve özgünlük diye bir şey yok. Kendi kimliğimizi inşa etmek için başkalarını taklit etmek, o kadar da kötü bir şey olmayabilir.
Ve şimdi, son bir soruyla bitirelim: Taklit ettiğiniz bir kişi, gerçekten sizi özgürleştiriyor mu, yoksa daha fazla taklit etmeye başlamanızı mı sağlıyor? Belki de taklit ettiğimiz her şey, sonunda kendi kimliğimizi bulmamıza bir adım daha yaklaştırıyordur. Ne dersiniz?
Daha dün akşam, bir arkadaşımın instagram hikayesinde yaptığı bir paylaşıma denk geldim: "Bugün o kadar çok taklit ettim ki, kendimi bile tanıyamadım!" Eh, bu tür paylaşımlar hayatın ne kadar karmaşık ve ironik olduğunu bize hatırlatıyor. Hani, bazen taklit ettiğimiz şeylerin içinde kayboluyoruz ya… İşte, tam olarak felsefede de bu konu var: Taklit kuramı. Yani, biz kimiz? Kimseyi taklit etmeden önce, gerçekten kim olduğumuzu biliyor muyuz? Felsefi açıdan baktığınızda, bu konu, o kadar derin ki, hemen bir çay demleyip kendinizi düşünmeye hazırlayın.
Şimdi, biraz ciddileşelim… Ama önce bir kahkaha atalım, çünkü felsefeyi hiç bu kadar eğlenceli ve düşündürücü bir şekilde anlatan birinin neşesine ihtiyacımız var, değil mi? Taklit, her zaman negatif bir şey olarak görülmeyebilir. Kimisi için taklit, sadece ‘günlük hayatta gerçekten kim olduğunu unutmak’ anlamına gelirken, bir diğerinin gözünde taklit, bir sanat formu, bir yaratım biçimi olabilir. Peki, bu kadar çok taklit etme durumu, insanın özünü kaybetmesine neden oluyor mu? Hadi gelin, bu soruya birlikte bakalım!
Taklit Kuramının Kökleri: Platon ve Derrida’dan Bir Yansıma
Taklit, felsefede en çok Platon ile özdeşleşmiş bir kavramdır. Platon’a göre, dünya yalnızca bir gölge ve gerçeklik, bu gölgelerden ibaret. Tıpkı bir sinema filmi gibi; ışıklar, kameralar, her şeyin orijinalinin bir kopyası gibi bir şey. Yani, taklit etmek, her zaman düşük bir varlık düzeyini temsil eder. Bize göre "gerçek" olan, aslında bir kopyadır. Yani, bir insan bir başka insanı taklit ettiğinde, sadece bir gölgeyi, bir resmi yeniden yaratır. Hadi bakalım, şu an hepimiz birer ‘gölge’ miyiz? O zaman, hepimiz birer felsefi taklit miyiz?
Fakat sonra, Derrida devreye giriyor ve bu konuda çok daha modern bir bakış açısı getiriyor. Derrida, "her şey bir taklittir" diyor. Yani, gerçeklik diye bir şey yok; her şey başka bir şeyin taklididir. Her an, başka bir düşüncenin, kültürün, geçmişin etkisi altında kalıyoruz. Bu noktada, taklit yapmak aslında bir özgürleşme biçimi olabilir. Yani, belki de taklit ettiğimiz her şey bizi özgürleştiriyordur. Kim bilir?
Bu arada, felsefe tarihindeki tüm bu derin düşünceleri kafamızda döndürürken, bir de hayatın içindeki çok daha basit gerçekliği düşünmeliyiz: Hani hepimizin çocukken en sevdiği kahramanları taklit ettiği zamanlar vardı ya… Belki de hayat boyu hep birer kahraman olma çabasında bu taklitler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, özgünlüğümüzü yaratmıştır.
Taklit ve İnsan İlişkileri: Erkekler ve Kadınlar Ne Taklit Ediyor?
Bundan sonra, gelin biraz da hayatın içindeki sosyal yapıya göz atalım. Taklit sadece bir felsefi kavram mı? Yoksa sosyal yaşamda da önemli bir yer tutuyor mu? Tabii ki… Bu, toplumsal yapılarımızın nasıl şekillendiğiyle de doğrudan ilişkili.
Diyelim ki bir grup insan toplandı, mesela Emre, Zeynep ve Ahmet. Emre, çözüm odaklı ve stratejik bir bakış açısına sahip, çok fazla plan yapar. Kafasında her şey düzenlidir. Eğer bir problem varsa, Emre’nin aklında hemen çözüm önerisi oluşur. Zeynep ise her zaman empatik yaklaşır. Herkesin duygularını anlamaya çalışır, birinin üzgün olduğunu fark ederse, hemen yardım eder, rahatlatıcı cümleler söyler. Ahmet ise bir parça bu ikisinin ortasında, her iki yaklaşımdan da etkilenerek hem pratik çözümler sunar hem de ilişkileri gözetmeye çalışır.
Emre, Zeynep’in empati dolu bakış açısını bir süre taklit etmeye başlar. Çünkü, belki de biraz daha insani ilişkiler kurmak istiyordur. Fakat Zeynep, Emre’nin çözüm odaklı yaklaşımını taklit etmeye başlar. Çünkü bazen, biraz daha stratejik olmak, işleri daha verimli hale getirebilir. Taklit etmek, başkalarının güçlü yönlerini sahiplenmenin bir yolu olabilir. Ama burada önemli olan, bu taklitlerin gerçekten bizim içsel kimliğimize zarar verip vermediği.
Zeynep’in ve Emre’nin durumunda, taklit, birbirlerinin zayıf olduğu alanlarda birbirlerini tamamlamaya çalışmak gibi bir şey. Peki ya sizce, bu taklit, aslında birbirlerine daha yakın olmalarına mı neden oluyor, yoksa sadece taklit ettikleri şeylerin kölesi mi oluyorlar?
Sonuç: Taklit, Bir Takım Oyunu mu?
Sonuçta, taklit, bazen insanları birbirine daha yakınlaştırabilir. Ancak bu taklit bazen de bizim orijinal kimliğimizi sorgulamamıza yol açar. Taklit ettiğimiz kişilere ne kadar yakınlaşsak da, sonunda kendi özgün kimliğimize dönmek zorundayız. Her ne kadar Platon, taklidi olumsuz bir şey olarak görse de, Derrida’nın söylediği gibi, belki de her şey bir taklit ve özgünlük diye bir şey yok. Kendi kimliğimizi inşa etmek için başkalarını taklit etmek, o kadar da kötü bir şey olmayabilir.
Ve şimdi, son bir soruyla bitirelim: Taklit ettiğiniz bir kişi, gerçekten sizi özgürleştiriyor mu, yoksa daha fazla taklit etmeye başlamanızı mı sağlıyor? Belki de taklit ettiğimiz her şey, sonunda kendi kimliğimizi bulmamıza bir adım daha yaklaştırıyordur. Ne dersiniz?